14 Şubat 2010 Pazar

KALBİM, BU ZULÜMLÜ SEVDA*


-Ağıt-


Bu kaçıncı mektubum? Sayısını unuttuk sevgili... Biz mektup çağının, biz gerçek sevdalar çağının dal delişmen çocuklarıydık. Bizim mektuplarımız kokular, dokunuşlar, sesler, renkler taşırdı. Ucunu, yüreğimizin ateşinden çaktığımız kibritlerle yakabilirdik. Tenimizin, nefesimizin, elimizin, parmaklarımızın kokusunu, sıcaklığını gönderebilirdik birlikte. Gelin teli gibi saçımızdan bir tel, kitap sayfalarının arasında incitmeye korkarak kurutulmuş bir gül ekleyebilirdik içine. Gözyaşlarımızla ıslatabilirdik. Sevilmiş, bir yerlerden özenle kesilmiş bir çocuk resmi -ayağı boncuklu bir aşiret kızı- gönderebilirdik sayfalarının arasında. Yürek dolusu okunmuş, yüreğimizin pasını silmiş, bilemiş şiirlerle, dizelerle süslerdik satır aralarımızı. Özenle koyardık a'ların üzerine şapkalarını.

İstanbul, eyy İstanbul! Gördün mü bir daha bizimki gibi bir sevda? Bizimle birlikte yitirmedin mi büyünü, sıcaklığını, en çok masumiyetini. Hoyrat rüzgârlar esti, savrulduk dört bir yana. Kucağından bebeleri zorla sökülüp alınmış bir ana gibi çaresiz, kalakalmadın mı? Vurulmadın mı sen de bizimle birlikte? Sürülmedin mi? Sarsılmadı mı senin de bedenin elektrik verilmişçesine yaşam hücrelerine? Zindan karası bir karanlık çökmedi mi göğüne senin de? Engerek dilli ihanetlerin acı yemişini tatmadın mı sen de?

Seni son görüşüm olduğunu bilseydim sevgili, nasıl gönderirdim seni? Sen bilseydin beni son görüşün olduğunu, gidebilir miydin? O geceki yüzünü ömürlük kazıdım yüreğime ben. Sürekli yüzüne bakıyordum çünkü, sürekli yüzüne bakma isteğimi bastıramıyordum içimde. O sevdiğim, o taptığım, acının bulutlandırdığı güzel erkek yüzüne. Sen zaman zaman kaşlarını yıkan düşüncelere karşın yine de, tetikte bir namlu gibi, çevrende olup biten her şeyle ilgiliydin. Bense gerçeği, inanmak istemediğim, konuşmaktan kaçındığım gerçeği, yıkılan kaşlarından, tedirgin ellerinden, acının maddeleştiği gözlerinden biliyordum artık. Gökyüzü lacivert ve yıldızlıydı. Denize doğru yürüdük; insanların, arabaların, hatta gemilerin dışında yalnız kopkoyu denizi gören bir banka oturduk. Hava serindi. Tüm duyularımız ve yüreklerimiz bu lacivert serinlikte ürperip canlandı. Ceketini çıkardın, bana sardın. Oysa biliyordun, titremem üşümemden değildi.

"-Ali, bana şu anda yalnızca bu deniz, bu gökyüzü ve bir de ikimiz varız gibi geliyor şu dünyada. Hayır; denizi ve gökyüzünü yalnızca ikimiz görüyoruz şu anda, sırtımızı dönmüşüz de İstanbul'a. Dünyayı, evreni seyrediyoruz sanki. Dünya öyle büyük ki. Bizim yüreklerimiz öyle büyük ki Ali... Bu acıya da dayanırız. Ben dayanırım. Beni düşünme. Gönül rahatlığıyla git. Şu anda deniz ve gökyüzüdür bana bunları söyleten," demiştim.

Daha sıkı sarılmıştın bana, ellerimi öpmüş, saçlarımı koklamıştın. İlk kez sorduğunda, "Ben gideceğim gülüm, yolu yok. Bir mayın tarlasındayız ki kıpırdasak ölüm. Yanımız yöremiz kalleş kapan. Bir gün, ne kadar sürer bilemem, seni de alacağım. Seni de, esir edilmiş ülkemi de. Gelir misin? Beni bekler misin gülüm?" diye sorduğunda alamadığın yanıtı almıştın.

"Seni tanırım, ah. Senin kararlılığını suskunluğundan tanırım. Gideceğini biliyorum. Gitmen gerektiğini de biliyorum. Yarınlara ne denli inanıyorsam, sana da o denli inanıyorum. Ama yüreğime kurşunca çöken acıya bırak alışayım, şimdi sorma. Şimdi isteme benden yüreklilik..." Ben böyle demiştim içimden. Yüreğimden taşan, fışkıran feryadı dudaklarımı ısırarak bastırmaya çalışmıştım. Sen bilip; gözlerinde acı, özlem, sevgi; ellerimi sıkmış, sıkmış, sıkmıştın. İnancın ellerimden yüreğime akmıştı.

Son sözlerindi hüzünlü bir kartpostalın arka yüzündeki: "Yarın," diyordu, "sonu belirsiz bir yolculuğa çıkacağım. Bir terslik olmazsa, gelecek günlerin bizim olacağına kuvvetle inanıyorum. Herhangi bir şey olursa, hiç şüphen olmasın; senin ve benim en güzel günlerimizi, 'kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri.' Lütfen üzülme. Bir şey olursa da üzülme. Zaten sağ kalırsak mutlaka geleceğimizi paylaşacağız, mutlaka ama mutlaka! Sen yalnız da yürümelisin canım benim..."

Ve... "Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştük." Haramiler, bezirganlar çağıydı. Dal kırımı, gül talanıydı. Seni bulup bulup yitirmeler, yitirip yeniden bulmalardı payıma düşen. Ben hasreti aşk bildim. "Susmak ve beklemek müthişti." Sevdanın deli-boran bir kavganın içinden damıtıldığı bir devrandı. "Zından"dı, "kırgın"dı, "can pazarı"ydı.

"Canımın gizlisinde bir can idin ki
Kan değil, sevdamız akardı geceye
Sıktıkça cellad,
Kemendi..."

İçimde bağırılamamış bir çığlık var sevgili. Şu anda da Aida'nın çığlığıyla bağırıyorum, bu mektup da usul bir çığlıktır, yılların kum tepeciklerinin ardından, son bir veda, bir ağıt sana. Zaman geçti, ben geçmedim. Sonra bir gün, bir kara haber... Zaman, o gün durdu sevgili.

EN ÇOK SEVDİĞİN
SENİ EN ÇOK SEVEN
EN ÇOK SENİ SEVEN

*Başlıktaki ve metin içinde tırnak içine alınmış dizeler değerli şair Ahmed Arif'e aittir.

Perihan BAYKAL

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...